Borç almanın, vermenin gizli enerjisi: İki tarafı da fakirleştiriyor
Borç yalnızca cebimizi değil, zihnimizi de bağlar. İster alan olun ister veren, borç ilişkisi özgürlüğü daraltır, karar kalitesini düşürür ve görünmez bir yıpranma yaratır.
Borç yalnızca cebimizi değil, zihnimizi de bağlar. İster alan olun ister veren, borç ilişkisi özgürlüğü daraltır, karar kalitesini düşürür ve görünmez bir yıpranma yaratır.
Hayatta en korktuğum şeylerin başında borç geliyor. Ne almayı severim ne de vermeyi.
Bu, ihtiyacım olmadığı için ya da cimriliğimden değil. Zamanla şunu öğrendiğim için: Borç, enerji akışımı bozuyor. Zihnimi meşgul ediyor, kararlarımı etkiliyor, özgürlüğümü daraltıyor.
Bu yüzden ayağımı yorganıma göre uzatmayı öğrendim. Gerekirse harcamalarımı kısarım, yavaşlarım ama borca girmemeye çalışırım. Girersem de uzatmadan hemen ödeyip kapatırım.
Elbette borç, modern ekonominin en normalleştirilmiş ilişkisi. Kredi kartları, tüketici kredileri, şirket kredileri, devlet tahvilleri… Hepsi hayatın doğal bir parçası gibi sunuluyor.
Oysa bana sorarsanız borç, sadece bilançolarda görünen bir rakam değil. Aynı zamanda zihni, davranışı ve karar alma kalitesini etkileyen görünmez bir maliyeti var.
Yıllar içinde şunu fark ettim: Borç dediğimiz şey, sandığımızdan çok daha geniş bir alanı kaplıyor. Çoğu insan borcu sadece bir para alışverişi sanıyor.
Oysa borç; bazen bir banka dekontu, bazen aile sofrasında havada asılı kalan bir beklenti, bazen de hiç konuşulmayan ama herkesin bildiği bir yüktür.
Borcun binbir türü var.
Ülke borcu var.
Şirket borcu var.
Banka borcu var.
Şahsi borç var.
Akraba ve dost borcu var.
Bir de en sessiz ama en ağır olanı: minnet borcu.
Ve şunu net söylemek gerekiyor:
Borç, türü ne olursa olsun, iki tarafın da enerjisini aşağı çeker. Alanı da yorar, vereni de fakirleştirir.
Borç veren neyi kaybeder?
Borç verdiğiniz anda, farkında olmadan zihinsel bir ortaklık kurarsınız. Bu ilişki ne tam anlamıyla ticari ne de tamamen kişiseldir. Sözleşmesi olsun ya da olmasın, mutlaka bir beklenti taşır. Sorun da tam burada başlar.
İlk anda borç veren kendini güçlü hissedebilir. Ama çok geçmeden zihni bölünür. Karşı tarafın harcamaları göze batmaya başlar. Gecikmeler büyür. Sessizlikler anlam kazanır. Zihin artık kendi işine, yatırımlarına, yeni fırsatlara değil; başkasının ödeme ihtimaline odaklanır.
Bu durum iyi niyetle de başlasa, karar kalitesini düşürür. Enerji üretimden kopar, takibe dönüşür. İş dünyasında bu, en pahalı kayıplardan biridir: odak kaybı.
Borç alan neyi kaybeder?
Borç alan taraf için tablo sanıldığı kadar rahat değildir. İlk anda bir ferahlama olur. Ama bu kısa sürelidir. Ardından içsel bir baskı başlar.
Borç alan kişi, farkında olmadan kendini açıklamak zorunda hisseder. Zaten ödeme gücü sınırlıdır; bankadan alamıyordur. Gecikmeleri gerekçelendirir, harcamalarını savunur. Bu hâl, özgüveni ve girişim cesaretini aşındırır.
Borç, alan kişinin sadece cebini değil, zihnini de bağlar. Kendi başına çözebilme inancı zayıflar. Risk alma iştahı düşer. Hayat ileriye bakmak yerine geçmiş kararları taşımaya başlar.