Bu yazı bir hikaye anlatmıyor; bir niyet fısıldıyor I A. Çağrı Başkurt yazdı
Yeni yılın eşiğinde, hayatı bir mutfak, sofrayı bir kalp bilenler için kaleme alınmış içten bir dilek metni.
30 Aralık 2025 07:40 |Son Güncelleme: 30 Aralık 2025 08:45

Aziz okurlar,
Yılın bu son yazısında kalemin ucuna yerleştireceğim bir hikâye bulunmuyor. Zihnimde kurguladığım karakterler, tasarladığım sahneler ve hayalhanemde dolaşan maceralar şimdilik kenarda bekliyor. Bu yazıda size bir vaka, bir kurgu yahut bir ibret levhası sunmayı tercih etmiyorum. Bu kez mürekkebimi romanların, hikâyelerin ve tasvirlerin değil, “Gastroda Ailesi”nin niyetlerinin, temennilerinin ve dualarının hizmetine vermek istiyorum.
Pek çoğumuzun içinde yılın ağırlığını ve yeni başlangıçların ihtimalini taşıyan bir duygu birikmiş durumda. O duygu bendenize de bazı kelimelerin anlatmak için değil, dilek olmak için var olduğunu düşündürüyor. Bu nedenle kalemimi bu defa bir hikâyenin peşine değil, bir niyetin ardına takıyorum. Bu yazı, masalların kanatlarında uçmayı değil, gerçek hayatın sofralarında karşılaşmayı amaçlıyor. O nedenle de hayatın sahnesine değil, kalbin mutfağına yönelen bir metni size yadigâr bırakmayı arzu ediyoruz.
1 5

Dileriz ki,
Yeni yılın eşiğinde dururken, hayatın bize sunduğu zaman menüsünün en taze başlangıcı, hüsn-i kabul ile gönlümüzün mutfağına misafir olur ve o misafir, vakur bir şefin vakarını taşıyarak, kendisine ayrılmış beyaz örtülü masaya incelikli bir nezaketle oturur. Öyle ki gelişi, ne aceleci bir garsonun ansızın ve telaş içinde savurduğu tabakların gürültüsüne, ne de vakitsiz çalınan bir kapının tedirginliğine benzer. Bilakis, kadife adımlarla yaklaşan ve varlığının letafetini daha içeri adım atmadan hissettiren bir misafiri andırır.
Dileriz ki,
Eski yılın ardında bıraktığı, kimi zaman iyi ayarlanamamış bir fırının fazla ısısında yanmış kabuklar gibi nahoş tatları yahut şeker oranı kaçmış bir tatlının ağızda bıraktığı burukluğu andıran tecrübeler, kapı eşiğinde bırakılır. Zira yeni gelenin sofrasında mazinin kararmış izlerine yer yoktur. Bu yeni yıl, tıpkı hamuruna maharetle eklenmiş kabartma tozunun tesiriyle yükselen bir kek misali, gönlümüzde kabaracak, bizi de kendi yükselişine iştirak ettirecek, yalnız tarihin değişmekle yetindiği bir sahife değil, ruhun da kendi mevsimini değiştirdiği bir devre-i mühimme olacaktır. O yüzden, dileriz ki saatlerin tik takları, yalnız zamanın akıp gidişini değil, kalbimizin pişmekte olduğuna dair tatlı bir hatırlatmayı ihtiva eder. Nitekim bazı tatlar, yüksek ateşte çabuk yanar, lakin ağır ağır kaynayan bir tencerenin içinde saklı sabır, insanı en lezzetli kıvama taşıyacak mahiyettedir.
2 5

Dileriz ki,
Bu yeni yıl, iyiliği mutfağımızın arka raflarında unutulmuş bir baharat olmaktan kurtararak, sofra düzenimizin merkezine yerleştirir de artık iyilik, yemeklerin kenarında süs niyetine serpilen maydanoz yaprakları gibi tali bir unsur değil, bizzat ana yemek misali her lokmada hissedilen bir hakikat olur. İyiliğin, “neden yaptın” sualine muhatap olmayacağı, bilakis “iyi ki yaptın” iltifatının tabaklara servis edildiği bir zaman dilimi olsun. İyilik ne bir özür mahiyetinde sunulsun ne de mahcubiyetin sisli perdesi ardında gizlensin. Tam tersine, sofraya getirilen sıcak bir çorba gibi, buharı tüterken yüzümüze merhamet kokusu üflesin. Herkes kendi porsiyonundan razı gelsin, zira razı gelmek doymak demek değildir, doymanın yolunu bilmek demektir.
Dileriz ki,
Tadını yitirmiş kelimelerin yerine baharatını tazeleyen cümleler gelsin. Tuzu kararında, şekeri gönlünce ayarlı, izahı değil hissedişi esas alan bir dil hâkim olsun. Kötülük fazla acı gibi olsun da ağza fazla geldiğinde yüz buruştursun, sahibini sofradan kalkmayı mecbur kılsın. İyilik ise bir kaşık serin yoğurt misali, dilin yandığı yerde çarçabuk şifa niyetine varlık göstersin, ebedi olsun.
Dileriz ki,
Masaya oturduğumuz her vakit, bayram sofralarının şaşaasından ziyade, iki zeytin bir peynirle kurulmuş mahrem bir sabah kahvaltısının sükûneti ile gönlümüze dokunsun. Zira mutluluk her daim şerbetli bir tatlının coşkusunda değil, bazen ince belli bir bardakta buharı tüten çayın kokusunda ve buharın gözlüğü hafifçe buğulamasında saklıdır. Bu nedenle sofralar yalnızlığı büyütmesin, bilakis yalnızlığı ağırlamayı bilsin. Zira bazı yalnızlıklar, kabarırken hamurun taşması gibi taşkın değil, bir ekmeğin iç dokusu gibi yumuşak ve telafi edilebilir bir hâlin adıdır. İşte bu yüzden masaya konulan tabaklar birer kitabın sayfası gibi olsun da her tabakta bir fasıl açılsın, çorbanın buharı merhameti anlatsın, ekmeğin kırıntıları umutlu günleri hatırlatsın, tatlının şerbeti şefkati damağımıza düşürsün. Yılın nihayeti geldiğinde, sofradan kalkarken arkamızda bıraktığımız, tüketilmiş yemeklerin artıkları değil, “iyi ki vardın” diyen bir teşekkürün sıcaklığı ve nihayetinde, fincanın dibinde telvesi kalmış ama kokusu odada asılı duran kahve misali hatıralar olsun.
3 5

Dileriz ki,
Bu yeni yılın mütemadiyen ördüğü zaman şeridi boyunca, her birimiz kendi tarifimizin yegâne şefi olduğumuzu idrak ederiz de başkasının reçetesini birebir uygulama gayretinin, bizi kendi mizacımızın tabiatından uzaklaştırıp maharetle mayalanmamış hamurlar gibi içten çiğ bıraktığını fark ederek, artık kendimize ait lezzetin izini sürmeyi tercih ederiz. Zira başkalarının mutfağında pişen yemeklerin kokusu ne kadar cazip görünse de insan kendi ocağının başında, kendi ellerinin yoğurduğu hamura teveccüh gösterdiği vakit, o hamurun mayalanmasından doğan tevazu sıcaklığını ruhunda hisseder. Tarif defterleri kopyalanabilir, bir tarifin ölçüleri, gramajı, pişirme süresi birebir iktibas edilebilir, ancak hamuru tutan elin ısısı, kaşığı karıştıran bileğin ritmi, tuzu atarken göz kararıyla yapılan küçük ama kadim dokunuşlar çalınamaz. Zira o giz, reçetenin satır aralarında değil, satırların ardında saklıdır. İnsan kimi zaman, hayat mutfağında yanında bulunanların etkisiyle kabarır kimi zaman da yanlış bir dokunuşla söner. Mühim olan hamurun kabarmasını temin eden maya misali doğru insanların bulunmasıdır. Zira kimisi bir anda tüm çabayı heba eden gereksiz bir soğukluk gibi hamuru bozar, kimisi ise yalnızca varlığıyla dahi sıcaklık katarak kabarmasına vesile olur. Vesile olur da bu yıl, yanımıza denk gelenler, bizi söndüren değil, kabartanlardan olur da hamurumuzun gözeneklerine nüfuz eden kötü niyetli rüzgârlar değil, incelikle esen ve içerdeki nemi saklayan latif esintiler bizlere eşlik etsin.
Dileriz ki,
Paylaşmak, bu yıl gönlümüzün en iştah açıcı mezesine dönüşür de bir lokmayı bölüşmenin, yalnızca karın doyurmak değil, insanı çoğaltmak olduğunu anlarız da sofraya geç kalanlara tabağını aceleyle kaldırmak yerine, önüne sıcak bir tabak uzatmak, hayatın en muteber servisi olur. Kim bilir, belki o gecikmiş kişi dışarıda savrulan bir nar tanesidir de soframıza, kimi rüzgârın şiddetiyle kabuğundan ayrılmış, kimi telaşın ve kesif hayatın akışı içinde ezilmiş, kimi ise bir nar ekşisi damlası gibi koyulaşmış hikâyesiyle gelir. Bu nedenle hiç kimsenin geliş zamanı sorgu meselesi olmaz, zira insan, hayatın ızgarasında farklı derecelerde pişer. Kimisi az pişmiş gibi hassas ve savunmasızdır, kimisi çok pişmiş gibi sertleşmiş ve kabuğuna çekilmiş, kimisi ise tam kıvamında görünse dahi içten içe hala pişmeye muhtaçtır. Bu nedenle mühim olan, tabağa konanın kıvamı değil, sofraya oturabilme cesaretidir, zira sofraya oturmak, teslimiyet değil, varlığını paylaşmayı göze almaktır.
4 5

Dileriz ki,
Kalplerimiz bu yıl kavanozlara tıkılmış ve rafın en üstüne kaldırılmış turşular gibi bekledikçe sertleşmesin. Kapaklar açılıp hava alsın da içeriye ince doğranmış sarımsak misali cesaret, defne yaprağı gibi huzur, limon tuzu misali açıklık girsin. Girsin de duygularımız fermente olsun ve bozulmadan olgunlaşsın. Zira insanın iç dünyası, yanlış muhafaza edildiğinde küflenir. İçine kapanıp kendi suyunda beklerse ekşir. Lakin doğru sıcaklıkta, doğru zamanda ve doğru temaslarda demlenirse, içindeki aromalar birbirine karışır ve yeni bir tat ortaya çıkar.
Dileriz ki,
Kendimizi eleştirirken limon suyu gibi yakıcı değil, limon kabuğu rendesi gibi ferahlatıcı olalım. Acımasızlığımız şerbetini kaçırmasın, nezaket, tarifin değişmez malzemesi kabul edilsin. Herkes, bir kez dibi tutan tenceresini çöpe atmak yerine, kazımayı öğrensin, zira kazındıkça altta saklı kalan taneler, yeniden pişmeye elverişlidir. Hayatın ocağı gözümüzü korkutmasın, ocak açıkken dikkat, ocağı söndürdüğümüzde umut taşıyalım, ateş harlandığında telaş etmeyelim, kısıldığında ümitsizliğe kapılmayalım. Bazen köpüren taşıntılar olur, bazen tencerenin altı soğur. Önemli olan, tencereyi ve niyeti terk etmemektir.
Nihayet dileriz ki,
Bu yılın mutfağında öğrenilecek en mühim ders, “yanmakla pişmek arasındaki o ince çizgiyi” idrak etmek olur, zira yanmak acı bırakır, lakin pişmek dönüştürür.
Vesselam
Saray ve Kültür Tarihçisi A. Çağrı Başkurt
Odatv.com
5 5