İnsanlığın gelişimi durdu mu?
Kriz manşetleri dünyayı karanlık gösterse de istatistikler başka bir hikaye anlatıyor. 200 yılda yoksulluk dramatik biçimde azaldı, yaşam süresi iki katına çıktı, okuryazarlık norm haline geldi. Belki de bugünü “kriz çağı” değil, “görünmeyen ilerleme çağı” olarak değerlendirmeliyiz. Bir nesil için mucize olan, sonraki nesil için sıradan olabiliyor. İşte bu yüzden, “ilerlemeyi unuttuk mu?” sorusu gündemimizde. Oysa görünmeyen devrimler hala sürüyor. Laboratuvarlarda, yazılım satırlarında ve yeşil enerji yatırımlarında geleceğin hikayesi yazılıyor.
Kriz manşetleri dünyayı karanlık gösterse de istatistikler başka bir hikaye anlatıyor. 200 yılda yoksulluk dramatik biçimde azaldı, yaşam süresi iki katına çıktı, okuryazarlık norm haline geldi. Belki de bugünü “kriz çağı” değil, “görünmeyen ilerleme çağı” olarak değerlendirmeliyiz. Bir nesil için mucize olan, sonraki nesil için sıradan olabiliyor. İşte bu yüzden, “ilerlemeyi unuttuk mu?” sorusu gündemimizde. Oysa görünmeyen devrimler hala sürüyor. Laboratuvarlarda, yazılım satırlarında ve yeşil enerji yatırımlarında geleceğin hikayesi yazılıyor.
Sabah haberlerini açtığımızda karşımıza çıkan tablo genellikle hep aynı. Savaş, kriz, göç, yoksulluk, eşitsizlik, doğal afetler. Sosyal medyaya girdiğinizde daha da yoğunlaşıyor; “dünya en kötü dönemlerinden birini mi yaşıyor” sorusu zihnimizde sürekli yeniden üretiliyor.
Geçen gün sağlık sektöründe üst düzey yönetici olan bir arkadaşım; “bugünün çocukları bizden daha kötü bir dünyada büyüyecek” dedi. Belki siz de sık sık aynı cümleyi duyuyorsunuz.
Belki çoğumuz buna inanıyoruz.
Ama tarih başka bir hikaye anlatıyor. İnsanlık, bütün bu sorunlara rağmen, 200 yılda neredeyse akıl almaz bir ilerleme kaydetti.
1820’de insanların yüzde 94’ü günlük 2 doların altında yaşıyordu. Bugün bu oran yüzde on. Dünya Bankası’na göre, yalnızca son 30 yılda 1,2 milyardan fazla insan aşırı yoksulluk sınırından çıktı.
1820’de her 100 kişiden yalnızca 12’si okuma-yazma biliyordu. Bugün bu oran yüzde 85. UNESCO verilerine göre, özellikle kadınların eğitime katılımı toplumların ekonomik büyümesini doğrudan artırdı.
Her 100 çocuktan 43’ü 5 yaşına gelmeden hayatını kaybediyordu. Bugün bu oran yüzde 4. UNICEF, 1990’dan bu yana 122 milyon çocuğun hayatının kurtarıldığını raporluyor.
200 yıl önce dünya nüfusunun sadece yüzde 1’i demokraside yaşıyordu. Bugün bu oran yüzde 56. Eksikleri ve geri adımları olsa da, tarihin uzun eğrisi daha kapsayıcı sistemlere yöneliyor.
1820’de ortalama yaşam süresi 30 yılın altındaydı. Bugün 73 yıl. Bu, tıp devrimlerinin, aşılama programlarının ve yaşam standartlarının en büyük kanıtı.
Bütün bu rakamlar yalnızca soğuk istatistikler değil; hayatlarımızın dokusunu değiştiren başlıklara sığmayan dönüşümler.
Bugün Afrika’da doğan bir çocuk, 50 yıl öncesine göre üç kat daha fazla yaşama şansına sahip. Hindistan’da genç bir kadın, anneannesinin hiç okuyamadığı kitapları üniversitede okuyor.
Latin Amerika’da bir köy, temiz suya erişim sayesinde salgınlardan korunuyor.
Peki biz neden hala kendimizi en kötü dönemde hissediyoruz?
Çünkü ilerleme manşetlerin dışında, arka planda gerçekleşiyor. Bir çocuğun ölmemesi haber olmuyor ama ölen çocuk manşete çıkıyor. Bir milyar insanın yoksulluktan çıkması gündemde yer bulmuyor, ama bir ekonomik kriz günlerce konuşuluyor.
