Nükleere evet ama akıllıca: Akkuyu’dan sonraki perdeyi doğru yazmak
70 yıllık bekleyişin ardından devreye alınan Akkuyu Nükleer Santrali, Türkiye’nin enerji tarihinde bir dönüm noktası olduğu kadar dışa bağımlılık, kamu denetimi, yerli katılım ve jeopolitik riskler açısından da kritik soruları beraberinde getiriyor. Rosatom’un yüzde 49’luk hisseyi elden çıkarmaya hazırlanması ise hem yeni bir fırsat penceresi hem de ikinci perdenin nasıl yazılacağına dair bir sınav niteliğinde. Türkiye şimdi nükleer yolculuğunu yerli ortaklık, şeffaflık ve akılcı stratejilerle sürdürebilecek mi?
70 yıllık bekleyişin ardından devreye alınan Akkuyu Nükleer Santrali, Türkiye’nin enerji tarihinde bir dönüm noktası olduğu kadar dışa bağımlılık, kamu denetimi, yerli katılım ve jeopolitik riskler açısından da kritik soruları beraberinde getiriyor. Rosatom’un yüzde 49’luk hisseyi elden çıkarmaya hazırlanması ise hem yeni bir fırsat penceresi hem de ikinci perdenin nasıl yazılacağına dair bir sınav niteliğinde. Türkiye şimdi nükleer yolculuğunu yerli ortaklık, şeffaflık ve akılcı stratejilerle sürdürebilecek mi?
04 Temmuz 2025, 08:00 Güncelleme: 04 Temmuz 2025, 12:56
Akkuyu Nükleer Santrali, yalnızca Türkiye’nin ilk nükleer enerji tesisi değil; aynı zamanda 70 yılı aşan bir gecikmenin, sayısız başarısız girişimin ve nihayetinde enerji arz güvenliğine duyulan stratejik ihtiyacın sembolüdür. Bu devasa yatırım, sadece elektrik üretimi değil; enerji diplomasisi, teknolojik kapasite, kamu güveni ve dış politika bağlamında da önemli mesajlar taşıyor.
Rosatom’un yüzde 100 sahipliğinde yürütülen projenin yüzde 49’luk hissesinin yeniden satışa çıkarılması, bize şu temel soruyu sorduruyor: Bu projeyi şimdiye dek nasıl yönettik – ya da yönetemedik? Ve asıl önemlisi: İkinci perdeyi nasıl daha akıllıca yazabiliriz?
70 yıllık gecikme: Neden bu kadar bekledik?
Türkiye’nin nükleer enerjiye ilgisi yeni değil. 1950’lerde ABD’nin “Atoms for Peace” programıyla başlayan süreç, Kanada’dan Fransa’ya, İsveç’ten Japonya’ya kadar birçok ülkeyle yürütülen ön anlaşmalar ve fizibilite çalışmalarıyla devam etti. Ancak her defasında ya siyasi, ya teknik, ya da finansal nedenlerle proje rafa kaldırıldı.
• ABD, Türkiye’nin nükleeri yalnızca enerji değil, stratejik özerklik aracı olarak kullanmasından kaygı duydu. “İranlaşma” riski sıkça dile getirildi.
• Kanada ve İsveç, güvenlik kaygılarını öne sürerek süreçlerden çekildi.
• Japonya ve Fransa, özellikle 2011 sonrası dönemde ticari riskleri ve kamuoyundaki nükleer karşıtlığını gerekçe gösterdi. Fransa’nın Sinop projesinden çekilişi bunun en çarpıcı örneğidir.
• Uluslararası nükleer sistem, Türkiye’ye zenginleştirme ve yakıt çevrimi gibi alanlarda kısıtlar getirdi.
Ancak yalnızca dış faktörler değil, Türkiye’nin iç yapısal eksiklikleri, kurumsal kapasite yetersizliği ve projeleri politik konjonktüre bağımlı kılması da bu gecikmenin temel sebeplerindendir.
Bu kısır döngüyü 2010’larda Rusya ile yapılan hükümetler arası anlaşma kırdı. Rosatom devreye girdi. Tıpkı Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batı uzak dururken Sovyetler’in demir-çelik, alüminyum ve cam sanayimize yaptığı katkılar gibi, bir kez daha “doğudan” gelen yardım, Türkiye’nin tarihsel açmazını çözmeye aday oldu. Ancak bu çözümün bedeli de ağırdı: yüzde 100 yabancı mülkiyet, sınırlı yerli katkı ve kamu denetiminden uzak bir finansman modeli.
