Zorbalık kurumsallaşırken sivil toplum
Zorbalık kurumsallaşırken sivil toplum
Merkeziyetsizleşme uzun süre özgürleştirici bir vaat olarak anlatıldı. Dijitalleşmeyle, ağlarla ve bireyin öne çıkışıyla birlikte, iktidarın dağılacağına inanıldı. Oysa bugün daha net görüyoruz ki bu süreç, büyük güç odaklarını zayıflatmaktan çok, büyük savunuculuk alanlarını parçaladı. Evet, bireyler daha görünür hale geldi; ama görünür olanların arkasında klasikleşmiş güç ilişkileri işlemeye devam etti. Devlet, sermaye ve jeopolitik çıkarlar merkezde kalırken, merkezsizleşme dediğimiz hadise sivil toplumun ortak sesini, kolektif baskı kapasitesini ve süreklilik taşıyan politik alanlarını çözülmeye itti. Dağınık, kırılgan ve birbirinden kopuk bir savunuculuk manzarası ortaya çıktı.
Sarah Bush ve Jennifer Hadden, The End of the Age of NGOs? başlıklı yazılarında tam da bu çözülmenin kurumsal boyutunu tarif ediyor
Soğuk Savaş sonrası dönemde güçlenen uluslararası sivil toplum kuruluşlarının bugün hem politik hem maddi olarak sıkıştığını söylüyorlar. Ancak bu tabloyu tek başına “Sivil Toplum görevini yapamadı” gibi okumak yanıltıcı olur. Yaşanan şey bir başarısızlık hikâyesi değil; otoriterleşen devletlerin, sivil alanı yeniden disipline etme hamlesi.
Devletler sahneye daha sert, daha kontrolcü ve daha merkezi bir biçimde geri dönüyor. Savunuculuk kriminalize ediliyor, fon akışları kesiliyor, meşruiyet aşındırılıyor. Bu, sivil toplumun hatalarından bağımsız bir güç mücadelesi. Çünkü sivil toplum hizmet sunan yapılar değil; iktidarlaşmaları sınırlayan, hesap soran ve alternatif değerler üreten politik özneler. (en azından bazıları)
Tam da bu nedenle, bugün tartışmamız gereken şey Sivil Toplum’un nasıl kurtarılacağı değil; Çünkü bana kalırsa özellikle Türkiye’de sivil toplum kendini yok etme sürecini apayrı bir yerden de katkıda bulundu tam da bu sebepten bugünün noktas savunuculuğun hangi biçimlerde var olmaya devam edeceği. İşte sosyal girişimcilik burada yalnızca “alternatif girişim modeli” olarak değil, politik bir alan olarak anlam kazanıyor.
Yeni ekonomi perspektifinden bakıldığında sosyal girişimcilik, piyasanın dışında kalan bir iyilik pratiği değil; piyasanın nasıl çalıştığını doğrudan hedef alan bir müdahale. Adil işletme modelleri kurmak, değer zincirlerini dönüştürmek, mülkiyeti kolektifleştirmek, finansmanı yeniden tasarlamak… Bunların her biri, klasik savunuculuk araçlarının daraltıldığı bir dünyada fiili savunuculuk alanları açıyor. Piyasanın “olmaz” dediği yerde, başka türlü yapmanın mümkün olduğunu göstermek başlı başına politik bir eylem haline geliyor. Tam da bu sebepten bugün inovasyona politik bir okuma üzerinden doğru bir politika tasarımı üzerinden bakmak gerekiyor. Burada kritik olan nokta şu: Sosyal girişimcilik savunuculuğun yerine geçmiyor; savunuculuğun biçimini kendi alanında kendince bir şekilde yazmaya gayret ediyor. Sivil toplumun baskılandığı koşullarda; piyasanın içinden konuşan, çalışan ve dönüşüm yaratan yapılar ortaya çıkıyor. Alternatif finansman modelleri yalnızca kaynak bulma meselesi değil hangi değerlerin finanse edileceğine dair bir güç mücadelesi. Yenilikçi iş modelleri yalnızca verimlilik arayışı değil emeğin, doğanın ve müştereklerin nasıl korunacağına dair politik tercihler.
Bush ve Hadden’ın tarif ettiği Sivil Toplum alanının daralması, bu yüzden sosyal girişimciliğin neden daha da önemli olduğuna dair güçlü bir kanıt sunuyor. Ekonominin içine yerleşmediği sürece, eşitlik ve adalet talepleri kırılgan kalıyor. Devletler geri dönerken, piyasa olduğu gibi bırakıldığında, savunuculuk havada asılı kalıyor. Bugün sosyal girişimcilerin yaptığı şey tam olarak bu boşluğu doldurmak: Devletin çekildiği ya da bastırdığı alanlarda kamusal faydayı sahiplenmek, piyasanın tarafsız olmadığını ifşa etmek, alternatif ekonomik ilişkileri somut ve yaşanabilir hale getirmek.
Bu bir tercih değil, fiili bir gerçeklik. Çünkü klasik savunuculuk alanları daraldıkça, savunuculuk başka formlarda ortaya çıkacak, çıkmalı. Kooperatiflerde, platform ekonomilerinde, topluluk fonlarında, adil ticaret ağlarında, etki odaklı yatırım mimarilerinde… Aslında bu dağılmış üçüncü sektörün dördüncü sektörde kendini yeniden var edebilmesinin de yolu. Belki de Sivil Toplum çağının sonu dediğimiz şey, sivil toplumun geri çekilmesi değil; dördüncü sektör dediğimiz alanla eklemlenmesi. Merkeziyetçi devletlerin güç kazandığı, liberal normların zayıfladığı bir dünyada, savunuculuk artık yalnızca talep eden değil, yeni oyun kuran olmak zorunda. Yeni ekonomiler tam da bu yüzden önemli: Çünkü adaleti bir hedef olarak değil, bir sistem olarak kurmaya çalışıyoruz. Ve bu, romantik bir umut değil. İçinden geçtiğimiz politik gerçekliğin dayattığı bir yönelim.